12 Eylül
2003 sabahı Van’dan yola çıkıp tarih boyunca “Anadolu’nun Denizi” olmanın
gizemini taşıyan Van Gölü kıyısından Akdamarı seyrettikten sonra 2235 metredeki
“Kuzgunkıran Geçidi”ne tırmandık…
Batıdan
gelen yağmur bulutlarını buradan Van’a geçirmeyen aynı dağların ardındaki ünlü
tütün tarlalarını da Bitlis İline armağan eden iklim değişikliğini, doğanın
yeşil örtüsüne hayran kalarak yaşadık…
Yeniden
deniz kıyısına inerek Tatvan’a vardığımızda ise artık 25 km kalan Bitlis’e kavuşmak
üzere olmanın heyecanı öyle kısa sürdü ki, daha kente girer girmez bir garip
olduk ve ayrılana kadar da içikiz daraldı…
KALEYE “ABANAN” BİNALAR…
Kentin
kurulduğu derin vadiyi yaratan Bitlis Çayı, tarih boyunca Doğu Anadolu ile
Güneydoğu Anadolu uygarlıkları arasındaki yegane “ulaşım ve taşınma yolunu”
sağlamanın gururunu bile çoktan unutmuş görünüyor…
Antik
çağlar bir yana, 1085’te Melikşah’ıh Selçuklu’ya kazandırmasına kadar Arap ve Bizans uygarlıklarıyla bezenen,
Dilmaçoğlu Beyliği’ni ağırladıktan sonra da 1540’lardan sonra Osmanlı
kimliğiyle vadiyi süsleyen Bitlis, 1230’lardaki Moğol yağmasından bu yana
ikinci büyük tahribatını da sanki şu son “apartmanlaşma talanıyla” yaşıyor…
O kadar
ki, örneğin 2700 yıllık Urartu temelleri üzerinde yükselen ve Büyük İskender’in
komutanlarından Badlis’in İ.Ö. 332’de inşa ettiği “Bitlis Kalesi” bile artık
adını verdiği kentten herhalde “nefret” ediyor olmalı…
Çünkü
azman ve çirkin betonarme binalar güzelim tarihi vadiyi doldurmakla
kalmamışlar. Bitlis Çayı’nın iki kolu Rabat ve Kosur’un birleştiği yerde,
anıtsal bir kayalık üzerinde yer alan görkemli “İçkale” sularına bile
“yaslanarak” yükseliyorlar..
Aynı
vadide, yine Bitlis’in dünyadaki en güzel “köprüler kenti” olarak nam salmasına
neden olan “akarsu güzergahı” da benzer apartmanlar tarafından çoktan “yok
edilmiş” durumda… Bu çayın ve eski köprülerin “kent kültürü ve yaşam kaynağı”
olduğunu özemsemeyip, korumak yerine betonla kaplayanlar, berbat ve kimliksiz
birçok katlı yapılaşmayı da tam “tam üzerinde” gerçekleştirmişler. Şimdi sular
bu binaların altından geçerken, yer yer üzeri açık kalan boşluklardan “Bitlis
Çayı”nı sadece “çöp ve mikrop kanalı” olarak seyrediyoruz.
“BEŞ MİNARE GÖRÜNMÜYOR…”
İşte bu
yürek burkan görüntü içinde yolumuzu şaşırıp, “dönülmez” işaretini de
göremeyince, “ters yöndesiniz” diyerek “yasal işlem” yapmaya hazırlanan trafik
polisine ister istemez dedim ki; “Bu kentin neresi düz ve yasal ki?..”
Örneğin
“dere üzerindeki” apartmanları acaba hangi tapu ve hangi ruhsatla yapmışlar?..
Tarihi kale duvarına “abanan”, eldeki son anıtsal yapıları kuşatan, ünlü
“Bitlis’te Beş Minare” türküsüne de
ilham veren tarihi camileri bile gözden tümüyle ırak kılan bu apartmanlar hangi
“çağdaş planlama” anlayışının ürünüdür?..
Bu
soruları da merak ederek Hükümet Konağı’na girdiğimizde aynı pislik ve
bakımsızlığın “diz boyu” olduğunu görüyoruz.
Devletin
kente “örnek” olması gereken bu en önemli binasında, valilik bölümü dışındaki
tuvaletler bozuk; lavabolar tıkalı ve ağzına kadar kirli su dolu; ortalık ise
ilkel ve rezalet halde…
Bitlisliler
kimlik değerlerinden galiba bir tek “büryan”ları ile büryan suyunda pişirilen
“avşor” adlı sebze türlüsüne değer veriyorlar. Eğer onları tadıp da açlığımızı
“yerel” lezzetle gidermiş olmasaydık, bu yazı daha da ağır olacaktı…
Yazık
değil mi bu “efsanevi” kentimize?..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder