12 Ağustos 2017 Cumartesi

KAMRAN İNAN ARAMIZDAN AYRILDI

KAMRAN İNAN ARAMIZDAN AYRILDI
Bitlis, ekonomik, sosyal, kültürel, modernleşme ve çağdaşlaşma parametreleri çerçevesinde ülkenin alt sıralarında yer almasına karşın, yetiştirdiği bilim, politika, sanayi, ticaret ve edebiyat alanlarında pek çok ili gerilerde bırakarak kendine zirvede bir yer edinebilmeyi başarmış bir ilimizdir.
Cemil Özgür, Ahmet Eren, Prof.Dr.Ali Oto,  Prof. Dr.Öztekin Oto, Prof.Dr. Ahmet Rumeli, Prof.Dr. Necdet Adabağ, Prof.Dr. Halil Değertekin, Nihat Özdemir gibi marka isimlerin yanında özellikle dış politika alanında bir döneme imzasını atan, deneyimlerini 12 adet kitap ile Türk insanına aktaran Kamran İnan’da bunlardan biridir.
Kamran İnan,   1929 yılında Bitlis Hizan’da doğdu, öğrenim yıllarının ilk bölümünü, ailesinin zorunlu göçe tabi tutulması nedeniyle Bursa’da tamamladı. Bursa Erkek Lisesini bitirdi. Ardından Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Daha sonra Cenevre Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdi ve aynı üniversitede  Hukuk Doktorasını yaptı.
Kamran İnan, İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve Kürtçe biliyordu. Birleşmiş Milletler nezdinde Büyükelçi ve daimi Temsilcilik görevlerinde bulundu. Türkiye’ye döndüğünde, Cumhuriyet Senatosu Üyeliği  ve  Bitlis Milletvekilliği, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı,  Güneydoğu Anadolu Projesi’den sorumlu Devlet Bakanlığı, TBMM Dışişleri Komisyonluğu görevlerinde bulundu.
Kamran İnan,  her Bitlisli gibi bir memleket sevdalısıydı, özüne, köküne, köyüne düşkün, sadık bir vatanperverdi. Fransa Hükümeti’nin kendisine verdiği Legion D’Honeur Nişanı’nı reddetmişti.
Bitlis Eğitim ve Tanıtma Vakfı’nın kuruluş aşamasında büyük destek ve katkıları oldu. Vakfın, vergi muafiyetinden yararlanmasını sağlayan Bakanlar Kurulu Kararı’nın çıkarılması sırasında Devlet Bakanı koltuğunda oturuyordu ve büyük çaba göstermişti. Daha sonra Bitlis Eğitim ve Tanıtma Vakfı’na büyük sayılacak miktarda nakdi yardımda bulunmuştu. Bitlis Eğitim ve Tanıtma Vakfı’nın yayın organı olan BETAV Dergisi’ne sürekli yazılar yazarak, görüşlerini, düşüncelerini, ideallerini, önerilerini Bitlis insanına ve yeni kuşağa aktardı.
Kamran İnan, Bitlis adı ile özdeşleşti, Bitlis denince akla gelen, Kamran İnan denince Bitlis’i çağrıştıran bir marka isim olarak halk nezdinde tescillendi. Devlet adamlığında yansız, tarafsızlık, diplomatlık alanında Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkar ve menfaatlerini en üst düzeyde koruyan ve kollayan örnek bir profil çizerek, genç kuşak devlet adamı ve diplomatlara rol model oldu.
Kamran İnan, politik yaşamını noktaladıktan sonra yazdığı çok sayıda kitap ile aktif yaşamında edindiği bilgi birikim ve deneyimlerini gelecek kuşaklara aktarma fırsatı yarattı. Yaşamının son dönemlerinde sağlığının elverdiği sürede çeşitli kurum ve kuruluşlarda konferanslar vererek bilgi ve birikimlerini geniş kitlelere atardı.
Kamran İnan, yaşamının son dönemlerinde sadece Ahlat Gazetesi’ne vermiş olduğu bir röportajda, yürekli ve cesur bir özeleştiride bulunmuştu:
“Her zaman iftihar ettim, Bitlisli olmakla. Her zaman halkımın büyük desteğini gördüm. Ancak Bitlis’in hakkını verdiğimi söyleyemem. Bunun iki sebebi vardır:
Birincisi, zamanımın yüzde seksenini Devletimin dışarıdaki kavgasını vermek, milli menfaatlerimizi savunmakla geçti. Dünyanın her tarafına koşmam gerekti dolayısıyla kendi seçim bölgemi, insanları ihmal ettiğim bir gerçektir.
İkincisi, maalesef benim uzun devlet tecrübemin neticesi  en büyük engel bürokrasidir. Ben bunu Hükümet Üyesi olarak da, senatör ve milletvekili olarak da yaşadım. Maalesef ben, benden öncekiler ve sonrakiler de gereken hizmeti götürebilmiş değildir.
Kamran İnan, zor bir insandı, titizdi, ilkeleri vardı, ilkelerinden taviz vermek doğasına aykırıydı. Bu yüzden  zaman zaman yakırlarına ve çalışanlarına zor anlar yaşatmıştı. Vefatının planını bile önceden yapmış, ne TBMM’de ne de başka bir yerde tören yapılmasını istememişti. Cenazesinin doğduğu topraklara defnedilmesini istedi. O, bir efsaneydi,  yeri kolay kolay doldurulamayacaktır.
Nurlar içinde yatsın…

"BİTLİS’E YAZIK DEĞİL Mİ?.." Gazeteci, Araştırmacı - Yazar: Oktay EKİNCİ

BİTLİS’E YAZIK DEĞİL Mİ?..
Oktay EKİNCİ
Geçen hafta sonu Doğubayazıt Kaymakamlığı’nın ev sahipliğiyle yapılan “Tarih, Kültür ve Sanat” sempozyumundan bir gün önce Metin Sözen ve Doğu’nun en usta sürücüsü  Mustafa Alçın ile birlikte Bitlis’e uğradık…
12 Eylül 2003 sabahı Van’dan yola çıkıp tarih boyunca “Anadolu’nun Denizi” olmanın gizemini taşıyan Van Gölü kıyısından Akdamarı seyrettikten sonra 2235 metredeki “Kuzgunkıran Geçidi”ne tırmandık…
Batıdan gelen yağmur bulutlarını buradan Van’a geçirmeyen aynı dağların ardındaki ünlü tütün tarlalarını da Bitlis İline armağan eden iklim değişikliğini, doğanın yeşil örtüsüne hayran kalarak yaşadık…
Yeniden deniz kıyısına inerek Tatvan’a vardığımızda ise artık 25 km kalan Bitlis’e kavuşmak üzere olmanın heyecanı öyle kısa sürdü ki, daha kente girer girmez bir garip olduk ve ayrılana kadar da içikiz daraldı…
KALEYE “ABANAN” BİNALAR…
Kentin kurulduğu derin vadiyi yaratan Bitlis Çayı, tarih boyunca Doğu Anadolu ile Güneydoğu Anadolu uygarlıkları arasındaki yegane “ulaşım ve taşınma yolunu” sağlamanın gururunu bile çoktan unutmuş görünüyor…
Antik çağlar bir yana, 1085’te Melikşah’ıh Selçuklu’ya  kazandırmasına  kadar Arap ve Bizans uygarlıklarıyla bezenen, Dilmaçoğlu Beyliği’ni ağırladıktan sonra da 1540’lardan sonra Osmanlı kimliğiyle vadiyi süsleyen Bitlis, 1230’lardaki Moğol yağmasından bu yana ikinci büyük tahribatını da sanki şu son “apartmanlaşma talanıyla” yaşıyor…
O kadar ki, örneğin 2700 yıllık Urartu temelleri üzerinde yükselen ve Büyük İskender’in komutanlarından Badlis’in İ.Ö. 332’de inşa ettiği “Bitlis Kalesi” bile artık adını verdiği kentten herhalde “nefret” ediyor olmalı…
Çünkü azman ve çirkin betonarme binalar güzelim tarihi vadiyi doldurmakla kalmamışlar. Bitlis Çayı’nın iki kolu Rabat ve Kosur’un birleştiği yerde, anıtsal bir kayalık üzerinde yer alan görkemli “İçkale” sularına bile “yaslanarak” yükseliyorlar..
Aynı vadide, yine Bitlis’in dünyadaki en güzel “köprüler kenti” olarak nam salmasına neden olan “akarsu güzergahı” da benzer apartmanlar tarafından çoktan “yok edilmiş” durumda… Bu çayın ve eski köprülerin “kent kültürü ve yaşam kaynağı” olduğunu özemsemeyip, korumak yerine betonla kaplayanlar, berbat ve kimliksiz birçok katlı yapılaşmayı da tam “tam üzerinde” gerçekleştirmişler. Şimdi sular bu binaların altından geçerken, yer yer üzeri açık kalan boşluklardan “Bitlis Çayı”nı sadece “çöp ve mikrop kanalı” olarak seyrediyoruz.
“BEŞ MİNARE GÖRÜNMÜYOR…”
İşte bu yürek burkan görüntü içinde yolumuzu şaşırıp, “dönülmez” işaretini de göremeyince, “ters yöndesiniz” diyerek “yasal işlem” yapmaya hazırlanan trafik polisine ister istemez dedim ki; “Bu kentin neresi düz ve yasal ki?..”
Örneğin “dere üzerindeki” apartmanları acaba hangi tapu ve hangi ruhsatla yapmışlar?.. Tarihi kale duvarına “abanan”, eldeki son anıtsal yapıları kuşatan, ünlü “Bitlis’te Beş Minare”  türküsüne de ilham veren tarihi camileri bile gözden tümüyle ırak kılan bu apartmanlar hangi “çağdaş planlama” anlayışının ürünüdür?..
Bu soruları da merak ederek Hükümet Konağı’na girdiğimizde aynı pislik ve bakımsızlığın “diz boyu” olduğunu görüyoruz.
Devletin kente “örnek” olması gereken bu en önemli binasında, valilik bölümü dışındaki tuvaletler bozuk; lavabolar tıkalı ve ağzına kadar kirli su dolu; ortalık ise ilkel ve rezalet halde…
Bitlisliler kimlik değerlerinden galiba bir tek “büryan”ları ile büryan suyunda pişirilen “avşor” adlı sebze türlüsüne değer veriyorlar. Eğer onları tadıp da açlığımızı “yerel” lezzetle gidermiş olmasaydık, bu yazı daha da ağır olacaktı…
Yazık değil mi bu “efsanevi” kentimize?..

11 Ağustos 2017 Cuma

"AHLAT’I ARTIK BEKLETMEYİN…" & "GÖRMÜŞ GEÇİRMİŞ AHLAT", Oktay EKİNCİ

AHLAT’I ARTIK BEKLETMEYİN…
Oktay EKİNCİ
Okumuş yazmışlarımızın “Anadolu” gezilerine ilgileri arıyor… Böylece; “Türkiye’yi tanımadan Avrupa görmüşlüğün”  o çekilmez nutukları da sanki azalıyor…
            Hatta, kimi aydınlarımız da; “Amerika’da bakın nasıl?” diye söze girmek yerine, “Anadolu’da bir gelenek var…” diyerek konuşmayı sever oldular… Çağdaş uygarlık için bile “binyılların yarattığı” kültür birikimlerimizin değerini artık herkes kabul ediyor…
            Bu sevindirici gelişmeye “tarihsel yörelerimizi” tanıtarak  ve gezdirerek katkıda bulunanlarımızın, “Anadolu’ya karşı sorumlulukları” var… Kültürel coğrafyamızı “okul” olarak kucaklayan akademisyenler, mimarlar, arkeologlar, sanat tarihçileri, şehirciler ve tüm aydınlarımız da bu büyük sorumluluğa ortaklar…
            Çünkü, bir bölgedeki ziyaret odağının hemen yanı başında bulunan başka bir uygarlık merkezini ihmal ettiğimiz zaman, “Anadolu’daki kültürel birikimlerimiz” açısından da eksik bilgi ve gözlemler yaratabiliyoruz…
AKDAMAR’IN KARŞISINDA…
            İşte bu “vefasızlığın”, belki de en çok yaşandığı bölgelerimizden biri de “Van Gölü” havzası… Örneğin Akdamar Adası’na gösterilen ilginin yanında yıllardır hep “gözardı” edilen çok özel ve çok önemli uygarlık merkezlerimizden biri ise “Ahlat”…
            Van Gölü’ne, sadece uçsuz bucaksız maviliği ve altın kumlu plajlarıyla değil, çevresindeki tarihsel yerleşmeleriyle de “Doğu Anadolu’nun denizi” denilmesine haklılık kazandıran Ahlat,  yaklaşık 2900 yıl önceki ilk “Urartu” yerleşiminden bu yana aynı havzanın “yaşama” merkezi…
            Üstelik, Bizans döneminde “Khlat”, Ermeni Krallıkları zamanında “Hlat”, Süryanilerin dilinde “Khelath”, Arapların egemenliğinde “Halat” ve 12. yüzyılda Türk kenti olunca da “Ahlatşahların” başkenti “Ahlat” denilerek, binyılların tanıklığını da “bugünkü adıyla” sürdürmüş bir kent…
            Tarihi yaşayarak yazan seyyahlar, İslam dünyasının en parlak kentleri için söylenen; “Kubbetü-l İslam” unvanının Ahlat’a da verildiğini belirterek; halkın yüzlerce yıl Arapça, Farsça, Ermenice ve Türkçe konuştuğunu anlatıyorlar…
Gölden gerideki kayalara oyulmuş en eski evlerinin duvarlarında bile “tavus kuşu” resimleri var. Osmanlı döneminde göl kıyısındaki “Hisar”ı da eklenince, tarihi kentin “yalı”sı da oluşmuş ve bu güzelliği şiirlere, türkülere yansımış…
‘UNESCO’NUN MİMARLARI…
            İşte böylesi bir geçmişi “belgeleyen” Ahlat’taki anıtsal mimariyi ve göle doğru akan “gizemli peyzajı” gördüğünüz zaman ise, örneğin UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan “Divriği (Sivas) Ulu Camisi ve Darüşşifası”nın mimarının neden “Ahlat’lı Hürremşah” olduğunu daha iyi kavrıyorsunuz.
            Her biri başlı başına birer “mimari akıl ve zarafet” örneği olan tarihi kümbetlerle birlikte 12. ve 15. yüzyıl dönemine ait “Selçuklu Mezarlığı”ndaki 210 dönüme yayılan  etkileyici büyüklükleri tanımlamak bile olanaksız… 
            Bazıları 4 metreyi aşan yükseklikteki, çoğu insan boyunda sayısız “heykelsi” mezar taşı, güneş Van Gölü’nü efsanevi görüntüleriyle terk ederken sanki karanlıkları bile “aydınlatan” duruşlarıyla geceyi karşılıyorlar… Blok taşlardan sandukaların iki başlarına dikilmiş bu “şahideler”in üzerinde, “Şaman” kültüründen miras “ejder”lerden tutun, Selçuklu’ya has bitkiler ve geometrik motifler, hatta ünlü “Ahlat taşını” böylesi anıtlara dönüştüren ustaların imzaları ve kimlik bilgileriyle de birlikte, birer “tarih kitabı” gibiler…
            İşte bu “dersi”de alabilmek için, örneğin bundan böyle Van Gölü’ne gidip de elbette ki Tuşpa’yı gördükten sonra mutlaka “karşı kıyıda bekleyen”lerimizi de sevindirmek gerekiyor…
            Çünkü Ahlat varken, Akdamar bir yana, aynı denizde belki de hiç kimse yoktu…
GÖRMÜŞ GEÇİRMİŞ AHLAT
Oktay EKİNCİ
Bitlis’teki “Eren Üniversitesi”ne bağlı “Ahlat Meslek Yüksekokulu”, aynı coğrafyanın kültür derinliklerini belgeleyen böylesine eşsiz bir tarih dersine de kucak açacağını acaba tahmin edebilir miydi?... 
Halk arasında “Anadolu’nun denizi” denilen Van Gölü kıyısındaki Büyük Selçuklu Oteli’nde ağırlanan sempozyum katılımcıları, böylesine kimlikli ve gururlu bir kentle tanışacaklarını acaba biliyorlar mıydı? Ve bu tarihsel buluşmaya  17-21 Haziran’da ev sahipliği yapan Bitlis Valisi Mevlüt Atbaş, Ahlat Kaymakamı Bilal Şentürk, Eren Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Hasan Ceylan ile Belediye Başkanı Mevlüt Gülmez, böylesine “erdem”li bir geçmişe sahip çıkmanın “kamusal heyecanı”nı, daha önce yaşamışlar mıydı? Van Gölü sempozyumlarının önderi Prof.Dr. Oktay Belli, bu coşkuyu kendisiyle birlikte tüm emeği geçerlere armağan etmekle kalmadı; tarihin en bilinmezlerini “bilinir”kılan sunumlarıyla Ahlat’ı adeta bir “dünya akademisi”ne dönüştüren katılımcılara unutamayacakları birlikteliklerin en anlamlısını da yaşatmış oldu. Van Gölü’nün dili olsaydı, aynı anlamı belki de şöyle özetlerdi: “Benimle bütünleşen’ doğal güzelliklerinin sarmaladığı akıl ve emek birikimlerinin çağlar boyu yarattığı kültür zenginliği’ni anımsamak kadar kutsal bir buluşma başka ne olabilir ki?...”
KÜLTÜRLERİN GÖL’Ü
Ahlat’taki bu “kutsal” birlikteliğe katılabilmek için, Mimarlar Odası Van Şube Başkanı Şahabettin Öztürk’le birlikte Van Gölü’nü kuzeyden dolaşıyoruz. Muradiye’yi geçerken solumuzda kalan gölün kıyısındaki Adır Çeşmesi ile açıklardaki Adır Adası’nın önemini anlatan Öztürk, buradaki Lim Manastırı’nın da Akdamar gibi ilgi beklediğini anımsatıyor. Van Gölü’ndeki Çarpanak Adası ile Kuzu Adası’nda da manastırları ve şapelleri olan eski yerleşim kalıntıları var. Göl bu niteliğiyle sadece çevresindeki değil; deyim yerindeyse “içi”ndeki uygarlık değerleriyle de Doğu Anadolu kültürlerinin beşiği konumunda…  Nitekim kuzey kıyısındaki Ünseli’den geçerken burada doğan Yaşar Kemal’i anmakla kalmıyoruz; köyün geleneksel dokusundan tarihsel mimarlık kültürünü de okuyoruz.
Kıyıdaki Alparslan Öğretmen Okulu ise geçmişteki Köy Enstitülerini anımsatıyor. Yol üzerindeki Erciş, ünlü halk ozanı Emrah ile sevgilisi Selvi’nin heykelleriyle bezenmiş…
15.yy’a ait Kadem Paşa Kümbeti, ilçenin göz bebeği… Çelebibağ mevkiindeki Eski Erciş’te yapılan kazılarda ise Selçuklu dönemi belgeleniyor. Yüksekliği 4058 metreyi bulan Süphan Dağı’na yaslanarak yaşanmış bütün bu kültürlerin bölgedeki diğer zenginlikleri arasında Akçaova’daki kümbetler, Adilcevaz’daki Urartulardan kalma Kef Kalesi, Ulu Cami ve 16. yy’ın ürünü Zalpaşa Camisi, yol üzerindeler... Yörede “kayısı”ya “erik” deniyor.. Bu nedenle Şahabettin Öztürk’ün doğduğu Erikbağı Köyü’de bir kayısı ve üzüm cenneti. Ne var ki uğramaya artık zaman kalmadığından, doyumsuz bir kültür yolundan hızla geçerek Ahlat’a varıyoruz. Aynı günün akşam saatlerinde ünlü Selçuklu Mezanlığı’ndan başlayan gezide ise tüm Van Gölü Havzası’nın her yönüyle kültür başkenti olan çok özel bir yerleşmede bulunduğumuzu anlıyoruz…
ŞAMAN VE BUDİST İZLER…
Ahlat’taki tarih turumuza, arkeolojik kazıların bilimsel başkanı Doç.Dr.Nakış Karamağaralı’nın eşlek etmesi büyük şanstı. Hayranlıkla izlenen antik eşyaların, her biri sanat tarihine geçen eserlerin ve efsanevi ustalara ait yapı kalıntılarının, kendi dönemlerine ait insan ilişkilerini betimleyen öyküleriyle birlikte incelenmesi bir başka oluyor... Yaklaşık 50 bin metrekareye yayılan kazılar, ülkemizdeki en geniş arkeolojik araştırma alanını oluşturuyor. Ahlat Müzesi, alçakgönüllü bir mekanda insanı binyıllar öncesine götürüyor. Özellikle Selçuklularla birlikte Orta Asya’dan uzanan Türk kültür birikimlerini kente kazandıran anıtsal mezarlar, kümbetler, çini fırınları, hamamlar, köprüler ve yaşanmışlıkların her türlü ürünleri, “Şaman” ve “Budist” inançların simgesel bezemelerini Anadolu’yla tanıştırıyor…
Kentteki 6 Selçuklu mezarlığından en büyüğü olan 250 bin metrekarelik Meydanlık Mezarlığı, Selçukluların daha ilk dönemlerinden itibaren ne denli yüksek bir kültür zenginliğiyle Anadolu uygarlıklarına katıldığını gösteren eşsiz bir bellek hazinesi… Bazıları 4 metreyi bulan ve Budizm’de “evren”i simgeleyen ejderha başlarıyla bezeli heykelsi mezar taşlarındaki yazılardan, yine Anadolu’nun bir çok bölgesindeki ünlü yapılara imza atmış Ahlat’lı mimarların, matematikçilerin, fizikçilerin, hatta “devrin bülbülü” tanımıyla ses sanatçılarının, müzisyenlerin ve bunlarla birlikte devlet adamlarının, kahramanların, komutanların, burada gömülü oldukları anlaşılıyor…
TARİHSEL GARNİZON
Alparslan, 1071’de Malazgirt Ovası’nda kazandığı savaşa hazırlanmak için garnizon merkezi olarak Ahlat’ı seçmiş. Büyük zaferi izleyen “Ahlat Şahlar” döneminde, “altın çağ”ını yaşayan kent, Belh ve Buhara ile birlikte “Kubbet-ül İslam” olarak anılır. Ortaçağın en görkemli kentleri Bağdat, Halep, Şam, Kahire, Musul kadar nam salar… Ahlat, Moğolların 1258’deki işgal ve yağmasından sonra bir daha o muhteşem yıllarına geri dönemedi…